Devlette Liyakati Terk Etmenin Sonu Hüsrandır (1)- Hüseyin TOPTAŞ- Yeni Meram Gazetesi
Liyakat kelimesi sözlükte “ehliyet, iktidar, lâyık olma, bir kimsenin kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu gibi manalara gelmektedir. Siyaset ise Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayıştır. Nizâmülmülk’ün tanımıyla ''Siyaset bir tehlike meydana gelmeden tedbir alma sanatıdır”
Siyaset yönetim anlayışında görevlendirmelerini liyakat esasına göre yaparsa gelişme, huzur ve büyüme olur. Liyakat yerine menfaatlere göre yapılan görevlendirmelerde ise büyüme yerine çöküş başlar. Devlette liyakatin terk edilmesinin sonu hüsranla neticelenir. Osmanlının yükseliş ve çöküş dönemleri için kendi tarihimize bakmamız yeterlidir. Dilimizden düşürmediğimiz beka meselesi için görevlendirmelerde, atamalarda liyakat mı siyaset mi dikkate alınmalıdır? Siyasi ikbal uğruna siyasi kadrolara iş temin ederken liyakat ilkesi ne kadar dikkate alınmaktadır? Rabbimizin ve Peygamber Efendimizin bu konuda açık olan emir ve tavsiyelerine ne kadar riayet edilmektedir?
Allah (cc):
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisa 4/ 58)
“Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler...” (Mü’minûn 23/ 8) buyururken Peygamber Efendimiz (sav) de; “İş, ehli olmayana tevdi edildiği zaman, kıyameti bekle.” “Ya Resulallah, emanetin zayi edilmesi nasıl olur?” denince, (Görev ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin.) (Buhari) buyurarak uyarısını yapmıştır.
Emaneti ehline vermek liyakat sahibi kişilerin işin başına getirilmesi demektir. Liyakat, İslam kamu hukukunun öngördüğü çerçevede de mutlak bir zorunluluktur. Gerek Türklerin devlet geleneğinde gerekse İslam’ın asrı saadet döneminde görevlendirmelerde liyakat esas alınmıştır. Allah Resulünün (sav) gerek Mekke ve gerekse Medine dönemindeki uygulamalarında bunu açık olarak görebiliriz. İslam’a davet için gönderdiği elçiler, seriyye ve gazvelerde tayin edilen kumandanlar, İslam’ı öğretmek için gönderilen muallimlerin hepsi liyakat esasına göre seçilmişlerdir.
Kâbe’nin Anahtarı Osman B. Talha’ya Verildi
Mekke’nin fethi günü, Hz. Peygamber, ordusunun başında muzaffer bir lider olarak Kâbe’ye gelmiş ve kapının açılmasını istemiştir. Cahiliye döneminde de kutsal bilinen ve hizmetinde olmak için insanların yarıştığı Kâbe’nin anahtarı Osman b. Talha adlı birindedir. Bu, yıllardan beri babadan oğula geçerek devam eden bir görevdir. Henüz atalarının dini üzere olan Osman b. Talha anahtarı getirerek kendi elleriyle Hz. Peygamber’e teslim eder. O anda bu şerefli görevin kendilerine geçmesini isteyen birçok Müslüman vardır ve bunlar arasında Hz. Peygamber’in en yakınları da bulunmaktadır.
Fakat Hz. Peygamber Kâbe’yi açtırıp içindeki putları temizletip şükür için iki rekât namaz kıldıktan sonra henüz Allah’a teslimiyetini dahi açıklamamış olan eski sahibine anahtarı uzatır. Bu, orada bulunan birçoklarının arzusunu kursağında bırakmış olsa da başta Osman b. Talha olmak üzere birçok Kureyşli’nin, Hz. Peygamber’in, görev dağılımında “yakın” olmayı değil “ehliyet” ve “liyakati” esas aldığını görmelerini sağlar.
Allah Resulü, cahiliye dönemi hukukunun temelini teşkil eden ve toplumda yaygın olarak uygulamaları görülen hür-köle ayrımının yerine de tamamen insanların eşitliği prensibine dayalı olan ehliyet ve liyakate sahip olma şartını getirmiştir. Nitekim azatlı bir köle olan Zeyd b. Harise’nin oğlu olmasına rağmen Üsâme b. Zeyd’i ordu komutanlığına atamış, toplumun ileri gelenlerinin yerine bir kölenin oğlunun komutanlığa atanmasını yadırgayan insanların bu konudaki eleştirileri üzerine şu sözleri söyleyerek toplumsal eşitliğin önündeki her türlü engeli kaldırmak istemiştir: “Siz onun komutanlığını eleştiriyorsunuz, daha önce babasının komutanlığına da dil uzatmıştınız. Allah’a yemin olsun ki Zeyd komutanlığa gerçekten lâyık idi ve bana insanların en sevimlilerindendi. Kendisinden sonra bu oğlu da bana insanların en sevimlilerindendir.”
Peygamber efendimiz, görevi talip olana değil, aksine görevi hakkıyla yerine getirme konusunda layık olduğundan emin olduğu kişilere tevdi etmiştir. “Mala ve mevkie düşkün bir adamın dinine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür” buyurarak da mala ve mevkie düşkünlüğü şiddetle kınamıştır. (devam edecek)